Cilt:62 Sayı:01 (2022)
Permanent URI for this collection
Browse
Browsing Cilt:62 Sayı:01 (2022) by Author "Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi"
Now showing 1 - 9 of 9
Results Per Page
Sort Options
Item BİRİNCİ ULUSAL MİMARLIK AKIMI DEMİRYOLU LOJMAN BİNALARI İÇİN BİR TİPOLOJİ DENEMESİ(Ankara Üniversitesi, 2022) Sunay, Serkan; Sanat Tarihi; Dil ve Tarih-Coğrafya FakültesiOsmanlı İmparatorluğu’nda 19. Yüzyıldan itibaren demiryolu ulaşımına verilen önem artmaya başlamıştır. Bu yüzyıl içerisinde Osmanlı coğrafyasında ticari amaçlar doğrultusunda bir takım imtiyazlarla işletmesi yabancı sermaye kaynaklı demiryolu yatırımları yapılsa da, Mondros Antlaşması’ndan sonra sadece Anadolu, Rumeli ve Kafkas demiryolunun bir kısmı kalabilmiştir. Kurtuluş Savaşı’nı takiben Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde yabancı şirketlerin işlettiği hatların devletleştirilmesi yanı sıra memleketi demiryollarıyla donatmak milli bir politika haline gelmiştir. Böylece demiryolu hattı 1927’de Kayseri’ye, 1930’da Sivas’a ulaştırılmış, 1930’lu yıllar bitmeden ise Malatya, Niğde, Diyarbakır ve Erzurum’a götürülmüştür. Bu kapsamda yeni hatlar için yeni demiryolu binalarına ihtiyaç duyulmuştur. Bu yıllarda ulus-devlet fikrinin mimarideki fiziki kanıtı gibi yorumlanabilecek Birinci Ulusal Mimarlık Akımı üslubunda, hattın ilerleyişine durak teşkil eden merkezlerde demiryolu binaları inşa edilmiştir. Yapılan bilimsel çalışmalarda genellikle istasyon binalarının mimarisine, yeniden işlevlendirilmesine, koruma ve onarımına değinildiği, istasyon sahasının siluetini oluşturan ambarlar, depolar, lojmanlar, su depoları, cendereleri, makasçı binaları, hangarlar gibi binalara yoğunlaşılmadığı anlaşılmaktadır. Bu çalışmada demiryolu yapılarından önemli bir grubu teşkil eden lojman binalarının nasıl sınıflandırılması gerektiği sorunsalından hareketle, mevcut binalardan bir tip veya grup için seçilmiş eserler ışığında bir tipolojik sınıflandırma yapılmıştır. Bu tasnif neticesinde, müstakil lojmanların ve istasyon sahasında farklı fonksiyondaki başka bir binaya bitişik lojmanların üst çerçevede bütünü oluşturduğu görülmüş; sadece lojman fonksiyonuna sahip eserler veya lojman ve işyeri görevine yönelik çok fonksiyonlu binalar gibi kullanım amaçları, kat sayıları ve kaç kullanıcıya yönelik inşa edildikleri alt gruplar halinde irdelenmiştir.Item COLLISION OF EROS AND THANATOS IN “THE SNAKE”(Ankara Üniversitesi, 2022) Bezci, Şenol; Amerikan Kültürü ve Edebiyatı (İngilizce); Dil ve Tarih-Coğrafya FakültesiJohn Steinbeck’in ünlü öyküsü “Yılan”, yazarı bu yönde bir açıklama yaptığı için, amacı ve iletisi bilinmeyen, gizemli bir öykü olarak kabul edilir. Steinbeck öyküde geçen olayın gerçekten de yaşandığını ve kendisinin, olayı sadece olduğu gibi kağıda geçirdiğini söyler. Çoğu okur ve eleştirmen yazarın bu açıklamasını kabul etmektedirler. Ancak, Freudyen bir inceleme yapıldığında öykünün, yaşam ve ölüm dürtülerinin, yani Eros ve Thanatos’un çatışmasını gösteren, iyi düşünülmüş ve iyi işlenmiş bir metin olduğunu görürüz. Dolayısıyla, bu makale önce Freud’un yaşam ve ölüm dürtüleri kuramını açıklamayı, sonra da öyküdeki karakterlerin davranışlarının, bariz bir şekilde yaşam ve ölüm dürtüleriyle yönlendirildiğini göstermeyi amaçlamaktadır. Freud birden çok eserinde insanların, birisi bireyi hayattan keyif almaya ve birlikte yaşamaya, diğeri saldırganlık ve yıkıma yönlendiren iki baskın dürtü tarafından yönetildiğini ortaya koyar. Bu dürtülerin ilki Eros, ikincisi Thanatos’la sembolize edilmektedir. “Yılan”ın kadın karakteri, zehirli bir çıngıraklı yılan satın almak ve yılanın bir fareyi yiyişini seyretmek istediği için özünde Thanatos dürtüsüyle hareket etmektedir. Kadın, yılanın fareyi yeme sahnesini seyrederek erotik ve saldırgan dürtülerini tatmin ederken, bir biyolog olan ve hem işi hem de yaradılışı gereği bir Eros insanı olan erkek karakter, şaşkınlık içinde kadını ve sahneyi seyretmektedir. Böylece öykü Eros ve Thanatos’un çatışma yeri haline gelir. Bu açıdan bakıldığında, çoğu okurun düşüncesinin aksine, öykü açık bir metin haline gelir.Item ESKİ MEZOPOTAMYA’DA MATEMATİK, GENEL BİR DEĞERLENDİRME(Ankara Üniversitesi, 2022) Erol, Hakan; Eskiçağ Tarihi; Dil ve Tarih-Coğrafya FakültesiGünümüzde, gerek günlük hayatta pratik olarak gerekse bilimsel anlamda kuramsal olarak kullanılan matematik ile insanoğlunun ilişkisinin kendi tarihi kadar eski olduğu söylenebilir. İnsanlar en eski çağlardan itibaren, en azından karşılıklılık ilkesine göre, çevresindeki varlıkları nicelik bakımından da değerlendirmiş olmalıdır. İnsanlık tarihinde, matematik ile ilişkilendirilebilecek en eski somut nesneler, Paleolitik devirlere tarihli, üzerlerine çentikler yapılmış kemik buluntulardır. Bu çentikli kemikler, muhtemelen, ne olduğunu bilemediğimiz “şeylerle” ilgili hesaplama yapıldığını ve/veya kayıt tutulduğunu gösterir ve insanın matematik ile olan en erken ilişkisine işaret eder. Neolitik devirlere gelindiğinde ise, özellikle Mezopotamya ve çevresinde, tam anlamıyla matematiksel hesaplamalar ve kayıt tutma amacına yönelik hesap taşları ya da markalar (token) icat edilmiştir. Bazı araştırmacılar, Neolitik Çağ boyunca Yakın Doğu’nun birçok bölgesinde kullanılan bu token sisteminin Sumerlilerin geliştirdiği çivi yazısının, özellikle de rakamların ve altmışlık sayı sisteminin temelini oluşturduğu ileri sürmektedir. Zaman içerisinde değişim ve gelişim gösteren çivi yazısı ve bu yazı sistemindeki rakam sembolleri sayesinde, diğer birçok konuda olduğu gibi, matematik biliminin de temelleri Mezopotamya’da atılmıştır. Mezopotamya toplumları matematiği gündelik hayatlarında pratik amaçla birçok alanda kullanmanın dışında, bir bilim alanı olarak da okullarda öğrencilere öğretmişlerdir. Özellikle Eski Babil Devrine tarihli birçok matematiksel okul metni ele geçmiştir. Mezopotamya şehirlerindeki kazılarda bulunmuş çok sayıdaki matematiksel okul metni, genellikle kabul edildiği gibi, matematik biliminin temelinin Yunan uygarlığına değil, açıkça Mezopotamya kültürlerine dayandığını göstermektedir.Item HOLLANDA HALK MASALLARI: YEREL-KÜRESEL GEÇİŞKENLİĞİ(Ankara Üniversitesi, 2022) Güleç, Mustafa; Other; Dil ve Tarih-Coğrafya FakültesiMasal olgusu, halkın yarattığı, ağızdan ağıza yani sözlü dil kullanılarak kuşaktan kuşağa sürüp gelen, çoğunlukla insanların ya da tanrıların başından geçen olağandışı olayları anlatan hikâyeler; öğüt verici, ahlak dersi veren alegorik eserler olarak tanımlanmıştır. Nedensellik açısından farklı bir yaklaşım getirerek, demokrasi ve insan haklarının gelişmediği, yönetim ve toplum kaynaklı baskıların yoğun olduğu ortamları, masal oluşumuna gerekçe gösteren görüşler de vardır. Diğer yandan, Batı Avrupa dışındaki coğrafyalarda (örneğin Afrika ve Kuzey Amerika yerlilerinde) anlatıların, masal türüne göre daha dağınık, belirsiz ve iç içe geçmiş durumda olduğu, masalın ayrı bir yazın türü olarak belirlenmediği öne sürülür. Masal kavramının, yerel ve küresel olguların geçişkenliğini ya da sabitliğini ne düzeyde yansıttığı, tartışılan önemli konulardan biridir. Bu bağlamda, masal türündeki anlatıların üretiminde budunmerkezci yaklaşımın söz konusu olup olmadığı da yanıtlanması gereken sorular arasındadır. Dünyadaki halk masallarının çoğu yereldir ve yerelden küresele doğru doğru gelişir. Yerelden küresele doğru geçme göstermesi, masalların içeriğinin, verdiği iletinin ve izleğin evrensel niteliğinin olmasındandır. Belli bir halka ya da coğrafyaya ait olan masal, söylence ve destanlar, o halkın küresel kültürel düzlemde etkin ve baskın olup olmamasına bağlı olarak geçişkenlik gösterir. Hollanda halk masallarının birçoğu, örneklere bakıldığında, ulus-devlet sınırlarını aşan ve kültürel coğrafyayı birleştiren nitelikte metin türleridir. Böylece, yerel ile küresel arasındaki geçişkenliğe düzlem oluştururlar. Bu çalışmada, yukarıda açıklanan sorunsallar, yerel ve küresel eksende Hollanda masalları ele alınarak tartışılacak ve ilgili sorulara yanıt aranmaya çalışılacaktır. Hollanda masallarının genel yapısı, tarihsel, toplumsal konumu, anlatı özelliği ve içerikleri, Hollanda sözlü kültüründen seçilerek Hollanda halkına ve onun budunbilimsel yazınına aktarılmış üç örnek temel alınarak sunulacaktır.Item PUGAÇOV İSYANI’ NIN TEMATİK İZDÜŞÜMÜ: YÜZBAŞININ KIZI(Ankara Üniversitesi, 2022) Yüksel, Tuba Aydoğdu; Other; Dil ve Tarih-Coğrafya FakültesiII. Katerina döneminin en kanlı ayaklanması olarak tarihe geçen ve 1773-1775 yılları arasında ülke gündemini meşgul eden Pugaçov İsyanı’ nı bastırma girişimleri, devam etmekte olan Osmanlı-Rus Savaşı’nın yarattığı yorgunluk, asker eksikliği ve salgın hastalık nedeniyle bir süre uzamıştır. İsyanın 1775 yılında bastırılmasıyla Pugaçov idam edilmiş ve destekçileri ağır cezalar almıştır. Bununla birlikte oldukça uzun süren ve yıkıcı sonuçları olan isyandan sonra bile bir süre tam bir durgunluk sağlanamamıştır. İsyanın bastırılmasından sonra hasar gören yerlerde yürütülen eski haline dönüştürme çabaları, zayıflayan idare sistemini kuvvetlendirme denemeleri ile birlikte isyanın toplum üzerinde yarattığı etkileri irdeleyen çeşitli kaynaklar gün yüzüne çıkmıştır. Büyük ozan, aynı zamanda bir düzyazı ustası Aleksandr Sergeyeviç Puşkin (1799-1837), gerçekçi yazar kimliğinin ayrılmaz bir özelliği olarak toplumun yaşamıyla ve tarihsel gelişimiyle yakından ilgilenmiştir. Son düzyazı ürünü olan Yüzbaşının Kızı (1836) romanında, tarihin tanıklık ettiği ve bir süre tozlu sayfalara hapsedilen Pugaçov İsyanını konu edinen A. Puşkin, yaşanan olayların insan hayatıyla sürekli bir etkileşim içerisinde olduğunu ve yaşamda yansımasını bulduğunu romantik ve gerçekçi bir yaklaşımla vurgulamıştır. Rusya tarihinde önemli bir konumda yer alan Pugaçov İsyanı hakkında genel bir bilginin ardından, A. Puşkin’ in kaleme aldığı Yüzbaşının Kızı romanıyla, edebiyat ve toplum birlikteliğinin nasıl ete kemiğe büründüğünü gözler önüne sermek ve romanın bazı kuramsal özelliklerine değinmek bu çalışmanın genel çerçevesini oluşturmaktadır.Item ŞARK MESELESİ BAĞLAMINDA FRANSIZ BÜYÜKELÇİLİĞİ ARŞİVİNDEKİ 1839 TÜRKİYE'SİNDE DEVLET RİCALİ VE HADİSELER(Ankara Üniversitesi, 2022) Uygur, Fatma; Other; Dil ve Tarih-Coğrafya FakültesiNapolyon’un Mısır’ı işgal etmesi üzerine İngilizlerle iş birliği yapan Osmanlılar Fransızları Doğu Akdeniz’den uzaklaştırmışlardı. Mısır’ın kaderi, Fransız işgalinden bir müddet sonra iktidara getirilen ve uzun süren saltanatıyla (1805-1848) gerçekten de önemli bir tarihi simgeleyen Mehmet Ali Paşa'nın (1771-1849) eseri olacaktır. Mısır’da, hem “modern” bir ulus-devletin başlangıcı hem de “bölgesel bir imparatorluk” oluşumu, taşra özerkliğinde özgün bir tecrübe hâlinde yaşanacaktır. Tabiatıyla Mısır’ın Osmanlıdan kopuşu, etkileri 1840'lı yıllara kadar hissedilen uluslararası bir krizin "Şark Meselesi/Doğu Sorunu"nun ana maddesi olacaktır. Bu süreçte her devlet kendi çıkarlarına göre bu meselenin devamını veya çözümünü istemiştir. Fransa en büyük rakibi İngiltere’nin tavrına göre politika geliştirerek hamleler yapmıştır. Fransız kamuoyu ise tıpkı Yunan isyanlarında Yunanlıları desteklediği gibi burada da Mehmet Ali Paşa’ya ciddi bir destek vermiştir. Zira Napolyon Mısır’ı Fransa’ya kazandırmak istemiştir. Öte yandan Mısır ordusu Fransız mühendisler tarafından sağlanan teknik donanım ve mukavemet sayesinde Osmanlı ordusunu perişan etmişti. Aslında Mehmet Ali Paşa Fransız kültür ve tekniğine aşina idi, yani Mısır Fransa’ya çok yakındı ve İngiltere’nin Akdeniz’deki çıkarlarını Fransa adına sınırlandıran kıymetli bir müttefik olabilirdi. O halde Fransa’nın Osmanlı yerine Mehmet Ali Paşa’yı desteklemesi Doğu politikasının tabii bir sonucu olacaktır. Bu durumda diğer devletler de bu politikanın karşında yer alacaklardır. Bu çalışmada, Fransız diplomasisinin bütün sırlarına vakıf olan Emile Desages’ın koleksiyonunda bulunan el yazması “1839 yılında Türkiye’de Devlet Ricali ve Hadiseler” başlıklı bölümü çok yönlü ele alınmıştır. Bu rapor çerçevesinde Mısır Meselesinde yaşanan diplomatik gelişmeler, olaylar ve dönemin devlet ricali hakkındaki iddialar incelemeye konu edilmiştir.Item ŞİİRİN ÜÇ GÜZELİ: HÜSN-İ MATLAʻ, HÜSN-İ TAHALLÜS, HÜSN-İ MAKTAʻ(Ankara Üniversitesi, 2022) Şahin, Ebubekir Sıddık; Eski Türk Edebiyatı; Dil ve Tarih-Coğrafya FakültesiŞiir Bilgisi konusunda Türkiye’de hazırlanan bazı yayınlarda, belâgat ilmine ait üç terimin klasik kaynaklardan farklı kullanılması dikkat çekicidir. Aynı kavramı karşılayan çeşitli terimler arasıda herhangi birinin seçilip diğerlerinin unutulmasının, ona bağlı birçok başka terimi nasıl etkilediğini gösteren bu çalışmada, gazel ve kaside ile ilgili en çok bilinen terimler ele alındı: Matlaʻ, mahlas, maktaʻ, hüsn-i matlaʻ, hüsn-i tahallüs ve hüsn-i maktaʻ. Osmanlının son dönem aydınlarından Muallim Naci’ye atfedilen bu değişimin sebepleri araştırılırken Arapça klasik belâgat kaynaklarından sonra Türkçe, Farsça ve Urduca kaynaklara bakıldığında değişikliğin aslında zaman olarak daha eski, coğrafya olarak da hayli uzaklarda olduğu kanaati güçlendi. Osmanlı coğrafyasında ilk olarak 18. yüzyılda Müstakimzade Süleyman Sa’deddin Efendi’nin Istılâhâtu’ş-Şiʻriyye adlı küçük risalesinde görülen hüsn-i matlaʻ tanımı şimdilik tespit edilen en eski değişikliktir. Ancak bu değişimin asıl merkezinin İstanbul değil, Hindistan olması daha kuvvetli bir ihtimaldir. Gerçi o bölgede tespit edilen kaynaklar Muallim Nâcî’den çok eski değildir. Ancak Nâcî’nin örnek olarak verdiği bir beyit bu ihtimali güçlendirmektedir. Ünlü Sebk-i Hindî şairi Şevket-i Buhârî’nin hüsn-i matla’ı matla’dan ayrı bir beyit olarak anlattığı şiiri bize bu değişikliğin Sebk-i Hindî ile alakalı olduğunu düşündürüyor. Üstelik 18. yy.’ Lâle Devri’nin ünlü şairi Nedîm’in bir kasidesinde de benzer bir tasarruf söz konusudur. Bu tespit, kültür sanat alanında Osmanlı-Hint münasebetleri konusunda ayrıntılı araştırmaların gerekliliğini de hatırlatmış oluyor.Item THE SEMANTIC ASPECTS OF TURKISH DIMENSION ADJECTIVES “BÜYÜK (BIG)” AND “KÜÇÜK (SMALL)(Ankara Üniversitesi, 2021) Akkok, Elif Arıca; Dilbilimi; Dil ve Tarih-Coğrafya FakültesiLiteral ve imgesel anlamlar bir sürerliliğin iki ucunu oluşturmaktadır ve bu iki anlam türü arasında keskin bir ayrımdan söz etmek mümkün değildir (Dirven, 2002; Gibbs & Colston, 2012; Radden, 2002). Böylesi bir sürerlilik, farklı imgesellik düzeylerini de içermektedir. Radden (2002) bu sürerliliği literal-metonimi-metafor sürerliliği olarak adlandırırken; Dirven (2002) sürerliliği kavramsal yakınlık ve kavramsal uzaklık karamlarına vurgu yaparak açıklamıştır. Bu çalışma, Türkçe büyük ve küçük sıfatlarının anlamsal görünümlerini Türk Ulusal Derlemini (TUD) kullanarak, Dirven (2002)’nin önerdiği literal-imgesel anlam derecelenmesine dayalı olarak incelemeyi amaçlamaktadır. Bu amaca ulaşmak için, öncelikle sıfatların nitelediği ad türleri ve deneyimsel alanlar belirlenmiş; ardından literal-imgesel anlam sürerliliği üzerindeki anlamsal kategoriler sunulmuştur. Çalışmanın sonuçları, büyük+ad kurulumlarının sıklıkla soyut adları nitelediği ve DEĞERLENDIRME deneyimsel alanıyla kullanıldığını; küçük+ad kurulumlarının ise en fazla canlı varlıkları nitelediği ve FIZIKSEL BOYUT deneyimsel alanıyla kullanıldığını göstermiştir. Her iki sıfata ait anlamsal kategoriler de literal-imgesel sürerliliği üzerinde literal, metonimi öncesi, metonimi, metonimi sonrası ve metaforik anlamlar olmak üzere beş başlık altında toplanmıştır.Item THE UTERINE NIGHT AND THE KRISTEVAN BLACK SUN OF MELANCHOLY IN KEATS’ ENDYMION(Ankara Üniversitesi, 2022) Albayrak, Gökhan; Dilbilimi; Dil ve Tarih-Coğrafya FakültesiBu çalışma Kristeva’nın yorumladığı haliyle melankoli kavramının John Keats’in Enydmion adlı şiirsel romansına nasıl nüfuz ettiğine eğilmektedir. Melankolik Endymion simgesel alandan uzaklaşır ve adlandırılamaz olana doğru çekilir. Keats’in bu şiirsel romansı melankolik bir kahraman etrafında örülür. Endymion Kristeva’nın tabiriyle annesel Şeyle simbiyotik bir ilişkiye gömülmüş bir karakter olarak ortaya çıkar. Bu gömülmenin sonucu olarak da romans kahramanı, dilbilimsel göstergelerin imlemediği, simgeselleştirmeye direnen asembolik bir alana çekilir. Bu alan gecenin eski rahmi diye tarif edilir bu şiirsel romansta. Bu leyli rahim, simgesel tarih öncesine konumlandırılan, adlandırılamaz annesel Şeye işaret eder. Bu geceye ait rahim mecazı, melankolik karakterin sükûnet mağarasına çekilme arzusunda da ortaya çıkar. Bu sessizlik mağarası, dilsiz çocuğun annesel Şeyle birbirine karıştığı söz öncesi bir alanı betimler; huzuru çağrıştırdığı gibi, karakterin çaresizlikle ve huzursuzlukla tanımladığı ve içine sıkışıp kaldığı bir deliği imler. Bu dil öncesi mağara karanlıkta görünmeyen ışıktır melankolik Endymion için. Karanlıkta görünmeyen ışık mecazı, melankolinin nuru siyahını, Kristeva’nın deyişiyle kara güneşi anımsatır. Rahmin parıldayan gecesinde Endymion sadece kendi ayna imgesiyle bakışan bir Narkissos değildir. Aynı zamanda, bu doğurgan, üretken ve esirgeyen kadim gecenin ezeli rahminde düşen değil düşünen, sadece gören değil görüş de bildiren birisidir. Bu geceye ait rahim ona psişik bir içsellik sağlar ve içgörü bahşeder.