Cilt:40 Sayı:70 (2021)
Permanent URI for this collection
Browse
Recent Submissions
Item Dördüncü Krallık ve Helenizm Retoriği(Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, 2021-09-30) Keçiş, Murat; Other; Other; Yağcı, MehmetBu makale, XII. yüzyıl Bizans’ında geçmiş algısının zenginliğini, çeşitliliğini, gizli derinliğini ve genel görüşlerini nakletmeye çalışmaktadır. Diğer Avrupa kültürlerini çalışanların, bazı farklılıkları gözeterek kendi bilgileriyle ilişkilendirebileceklerini umduğumuz malzemeler sunuyoruz. Bu nedenle, algılarını çalıştığımız Bizanslıların, toplumsal konumu ve kültürel değerleri ile ilgili birkaç genel açıklama yaparak ve Bizans manzarasını ortaya koyarak başlamak yararlı olabilir.Item Asakir-İ Zaptiyeden Jandarmaya: Osmanlı Kamu Düzeninde Mahalli Asayiş Ve Emniyetin Korunmasında Güvenlik Kurumu(Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, 2021-09-30) Reyhan, Cenk; Sert, Serap; Other; OtherKamu düzeninde “asayiş ve emniyet-i mahalliyenin muhafazası”nı sağlamak Osmanlı'da modern devletin inşa sürecinin temel sorunlarından biri olmuştur. Bu süreçte, zaptiye teşkilatı oluşturulmuş ve bu teşkilat kamu düzenini koruma işlevini jandarma teşkilatı kuruluncaya kadar sürdürmüştür. Osmanlı Devleti tarafından Osmanlı-Rus savaşı sonucunda ortaya çıkan yeni duruma uyum sağlamak ve yaygınlaşan toplumsal huzursuzluklara son vermek için ilk defa 1879 yılında Şarkî Rumeli Vilayeti’nde, ardından imparatorluk genelinde jandarma teşkilatı oluşturulmaya çalışılmıştır. 1880 yılında ilk jandarma nizamnamesi hazırlanmış ve teşkilat ülkede yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Ermeni ve Makedonya meseleleri ile uğraştığı bu süreçte, Osmanlı Devleti için kamu düzeninde bozulmuş olan asayiş ve emniyeti yeniden kurmak ve güvenliği sağlamak her zamankinden önemli bir hale gelmiş; sorun, uluslararası bir hal almıştır. Osmanlı Devleti, 1904 yılında tekrar bir jandarma nizamnamesi hazırlamış; jandarmanın, güvenliğin sağlanmasında sürekli ve devamlı görevli bir teşkilat haline getirilmesi için çalışılmıştır. 1904 yılından sonra Osmanlı taşrasında jandarma teşkilatı yaygınlaştırılmaya çalışılmışsa da; jandarma teşkilatı, Makedonya vilayeti dışında etkili ve düzenli bir şekilde organize edilememiştir. 1909 yılında İttihat Terakki’nin yaptığı düzenlemeler ile jandarma teşkilatının bütün imparatorluğa yaygınlaştırılması çalışmaları sürdürülmüştür. Jandarma teşkilatının kurumsal dönüşümü 1912, 1917 ve 1919 yılında yayınlanan yeni düzenlemelerle Cumhuriyet dönemine değin sürdürmüştür. Bu kapsamda, incelememizde; Jandarma kolluk kuvveti, Osmanlı devlet aygıtının kamu düzeninde mahalli asayiş ve emniyetin korunmasında/güvenliğin sağlanmasında taşraya nüfuz etme politikalarında temel kurumlardan biri olarak değerlendirilmektedir. İncelemede, kronolojik bir hat üzerinde ilerleyecek, zamanla ilişkili olarak mekânsal boyutta, Makedonya ve Şarkî Rumeli coğrafyalarını örnekleyeceğiz.Item Teritoryal Tarihyazımı(Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, 2021-09-30) Hacısalihoğlu, Fuat; Other; OtherZaman içerisinde semantik değişimlere uğramakla birlikte en basit anlatımla belirli kriterlere göre insan topluluklarını tasnif ve tahdit suretiyle müşterek bir ad altında tanımlayıp kolektif hareket etme zemini sunan ulus fenomeni bu işlevinin doğal bir sonucu olarak dünyayı da egemenlik alanlarına ayrıştırır. Pekâlâ, tersinden okuma ile bu alanların ulusları yaratabileceği de ileri sürülebilir. O halde bir biçimde üzerinde var olunmuş bulunulan bu egemenlik alanları mıdır kolektif hareket etmeyi sağlayan yoksa daha kolay bir akıl yürütmeyle bu alanlar için mi kolektif hareket edilir. Dahası insan mı toprağı işler toprak mı insanı sorunsalına felsefik bir yanıt gerekir. Modern dönemin etnisite bazlı anlayışına indirgenmediğinde ulus, zengin bileşenleriyle birbirinden farklı toplumsal yapılar inşa etme potansiyeline sahiptir. Toplum, bu bileşenlerden örtük olan doğum yeri ve buna bağlı olarak ortaya çıkan yerlilik mefhumu temelinde siyasallaştırıldığında alternatif bir ulus modeline evrilebilir. Sınırları belirli, iyi tanımlanmış bir coğrafyada çok toplumluluk üzerinden kader birliği yapmış kolektif topluluğa dönüşümde yerlilik üzerinden meşruiyet kazanan bir paradigmanın üretimi özgül kolektif tarihsel deneyimleri meydana çıkaracak bir anlatıya ihtiyaç duyar. Bilinmeyen bir metot ya da anlayış inşa/icat etme kaygı ve iddiası taşımayan bu çalışma, tarih yazıcılığında var olan fakat tam ifadesini bulup kavram(sal)laştırılmamış bir yaklaşımı kuramsal temelde irdeleyip belirginleştirerek görünür kılmayı hedeflemektedir.Item Pakistan’ın Adı Ve Kuruluşunda Choudhary Rahmet Ali Ve Bildirisinin Önemi(Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, 2021-09-30) Kıranşan, Çiğdem; Other; OtherHind yarımadasının kuzey batısında Pakistan adıyla müstakil bir devlet olarak ilan edilen bu hâkimiyetin adı, anlamı ve kuruluş sürecine dair çeşitli iddialar söz konusudur. Pakistan’ın adına dair en yaygın olan iddialardan biri bölgedeki beş eyaletin baş harflerinden müteşekkil olması, bir diğeri ise saflığın temizliğin timsali olarak bu ismi alması yönündedir. Pakistan’ın devlet olarak kuruluşunda tabiidir ki çok sayıda fikir ve düşünce adamının rolü olmuştur. Bunlar arasında kendisi de aynı zamanda Pakistanlı olan ve bahse konu dönemde Müslüman-milliyetçi kimliğiyle ön plana çıkmış olan Choudhary Rahmet Ali yer almaktadır. Aynı zamanda Pakistan Ulusal Hareketinin kurucusu olarak da tanınan Rahmet Ali, ömrünü bu devletin kurulması için adamış bir kişidir. Bu sebeple Pakistan ahalisinin büyük çoğunluğu onu Pakistan Devleti’nin isim babası olarak da tanımlamaktadır. Nitekim bir yandan Rahmet Ali ve onun fikrinde olan Müslüman önderlerin büyük gayretleri, bir yandan da Hindu liderlerin bölünmeye dair plan, proje ve propagandaları sayesinde Hindistan’ın Müslüman ve Hindular arasında paylaşılması sağlanmıştır. Sonuç itibarıyla uzun süren ve çoğunluğu İngiltere’de gerçekleşen müzakerelerden sonra Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgeleri kapsayan Hindistan’ın Kuzeybatı ve Kuzeydoğusunda özgün, sosyal, kültürel ve politik değerler ekseninde bağımsız bir Müslüman devletin kurulması kabul edilmiş ve 15 Ağustos 1947’ de Pakistan, dünya siyasi haritasında Müslüman bir devlet olarak yerini almıştır.Item Harf İnkılabı Ve Millet Mektepleri: Edirne Örneği (1928-1935)(Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, 2021-09-30) Özen, Fatih; Other; OtherTanzimat döneminden Harf İnkılabına kadar alfabeyle ilgili süregelen tartışmalar, Harf İnkılabından sonra açılan Millet Mektepleri ve bu gelişmelerin 1928-1935 yılları arasında Edirne özelindeki etkileri bu makalenin konusudur. Yeni harflere geçilme süreci Türkiye genelinde olduğu gibi Edirne’de de gündemin önemli konuları arasında yer almıştır. Yerel gazeteler isimlerini/logolarını yeni ve eski harflerle birlikte kullanmış, açılan kurslara/Millet Mekteplerine ilişkin teşvik edici bilgilendirmeler yapmıştır. Kamu kurum ve kuruluşları da hızlıca yeni harflere uyum sağlamaya çalışmıştır. Edirne’de Millet Mekteplerinin faaliyet gösterdiği ilk dönemlerde kurslara yoğun bir katılım olmuştur. Ancak daha sonraki yıllarda açılan kurs sayısında düşüş gözlemlenmiştir. Bununla birlikte Millet Mektepleri, Edirne’deki okuryazar sayısının artış göstermesinde önemli bir rol oynamıştır. Çalışmada arşiv belgeleri, istatistik raporları ve Edirne’de yayımlanan yerel gazeteler temel kaynak olarak kullanılmıştır.Item Osmanlı Devleti’nde Satın Alınan Özel Kütüphaneler / Koleksiyonlar: Belgesel - Metodolojik Bir İnceleme(Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, 2021-09-30) Anameriç, Hakan; Bilgi ve Belge Yönetimi; Dil ve Tarih-Coğrafya FakültesiÖzel kütüphaneler, kurucusunun/sahibinin özel ilgi ve meraklarını yansıtan çoğu zaman bir kurulma hikâyesine sahip kimi zaman uluslararası önem ve değer atfedilen birikimlerdir. Bilim, kültür ve edebiyat alanlarında insanlık tarihine yön veren değerlerin üretildiği coğrafyalarda gelişmeye başlayan özel kütüphaneler, kişisel merak, ilgi ve alışkanlık yönelimleri içerisinde kendine has özelliklere sahip olmuşlardır. Her biri kurucusunun/sahibinin karakterini yansıtan bu birikim, süreç içerisinde benzer alanlara ilgi duyan kişiler tarafından da ilgi görmeye başlamıştır. Sahip olduğu eserlerin bilimsel çalışmalarda kullanılmasına izin veren özel kütüphane sahipleri, kendi alanları ile ilgili önemli kaynakları toplamak için büyük çaba sarf etmişlerdir. Sayıca nadir, içerik olarak yeterli ve bilgilendirici ve ithaflı eserleri de birikimlerine katmaya hedefleyen ve çoğunun bunu bir tutku haline getirdiği kütüphane sahipleri, dermelerini geliştirmek için bilim, edebiyat ve kültür camiasıyla yakın ilişkide bulunmuş, şahsî dostluklar kurmuş, çoğu kütüphanelerinin değeri ile saygı ve hürmet görmüşlerdir. Bu kütüphaneler sayı, içerik/konu ve nadirlik özelliklerinin biri veya birkaçına sahip dermeleri ile sadece kişilerin değil devlet kurumlarının da dikkatini çekmiştir. Türk kültüründe de farklı coğrafyalarda sayısız örneklerine rastlanan özel kütüphaneler, aynı zamanda kitap kültürünün de yaygınlaşmasına aracı olmuştur. Devlet yöneticileri, bürokratlar, bilim insanları, edebiyatçılar, sanatçılar gibi bilgi, merak ve okuma ile doğrudan ilişkili kesimlerde daha sıklıkla örneklerine rastlanan özel kütüphaneler, zaman içerisinde kurucularının/sahiplerinin yaşayış tarzları, insanlığa katkıları ve kuruluş, gelişim hikâyeleri ile tanınmışlardır. Bu tür kütüphaneler Doğu ve Batı kültürlerinde kimi zaman bir aileye veya hanedana ait olarak da kurulmuş ve geliştirilmiştir. Ancak kurucularının/sahiplerinin vefatları ya da kütüphaneleri ile ilgilenemeyecek durumda kaldıklarında kısa sürede dağılmışlar, varislerinin de elde olmayan nedenlerle ilgisiz kalmaları sonucunda farklı kişilere satılmışlardır. Bu özel kütüphaneler çoğu zaman diğer meraklılar tarafından -koleksiyoner, sahaf, antikacı, eskici- tarafından satın alındığı gibi genelde toplum tarafından tanınan ön plana çıkmış yerli ve/veya yabancı kişilerin özel kütüphanelerini kamu kurumları da gerekli araştırmaları da yaparak satın almıştır. Bu çalışmada kütüphanelerin kurumsallaşmaya başladığı XIX. yüzyılın ortalarından bilimsel ve kültürel bir gereksinim haline geldiği XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar olan tarihsel dönemde (1850-1922) ele alınan özel kütüphanelerin satın alınma süreci, süreç içerisinde geçirmiş olduğu muamele ve günümüzdeki durumları arşiv belgelerine dayalı olarak incelenerek değerlendirmelerde bulunulmuş, bu koleksiyonların izinin sürülmesinde kanıt olarak arşiv belgelerinden ve diğer kaynaklardan nasıl faydalanılması gerektiği konusunda metodolojik bakımdan görüş ve öneriler sunulmaya çalışılmıştır. Çalışmada arşiv belgelerinin kanıt niteliğinin ve belgeler üzerindeki bileşenlerin doğrulanması sürecinin somutlaştırılması amacıyla Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı Osmanlı Arşivi fonlarından arşiv belgelerinden konuyla ilgili örnekler tespit edilmiş ve açıklamalar bu örnek belgeler üzerinden yapılmıştır.Item Osmanlı İstihbaratı Karakol Cemiyeti’nde Kod Adı Kullanımına Örnekler: “Nuh/Mustafa Kemal Paşa, Musa/ Ali Fuat Cebesoy, İsa/ Miralay Şevket Bey, Cengiz/Kara Vasıf”(Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, 2021-09-30) Kılınç, Aslıhan; Other; OtherTürk tarihinde Hun’lar döneminde başlayan istihbarat faaliyetleri Osmanlı klasik dönemde çeşitli şekillerde devam etmiş olsa da ilk olarak Sultan II. Abdülhamid zamanında teşkilatlanmaya başlamıştır. 1913 yılından sonra Enver Paşa komutasında, “Teşkilat-ı Mahsusa” çatısı altında toplanan ve İttihat Terakki Cemiyeti üyeleri tarafından ayakta tutulan bu örgüt Osmanlı Devleti için yeri doldurulamayacak işlere imza atmıştır. Mütareke döneminde faaliyet gösteren Karakol Cemiyeti de örgüt içi yazışmalarda Mustafa Kemal Paşa “Nuh Bey” takma adını kullanarak bu teşkilattaki yerini almış, aynı şekilde Kara Vasıf Bey “Cengiz”, Miralay Şevket Bey’de (Çanakkale Müstahkem Mevki Kumandanı) “İsa”, adlarını kullanarak Karakol Cemiyeti’nde birçok faaliyette bulunmuştur. Bu çalışmada arşiv belgeleri ışığında Teşkilat-ı Mahsusa’nın dağılmasından sonra kurulan Karakol Cemiyeti üyeleri arasında yapılan yazışmalarda kullanılan kod adları ve kullanıldıkları telgraf örnekleri ele alınacaktır.Item İstanbul'da Hususi 'Ana Mektebi' (Ekim 1909)(Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, 2021-09-30) Ercoşkun, Tülay; Coğrafya; Dil ve Tarih-Coğrafya FakültesiOsmanlı Devleti’nde II. Meşrutiyet döneminde anaokullarına duyulan ihtiyaç dile getirilmişti. Eğitim tarihimizde maarif nazırı Emrullah Efendi’nin eğitimde yenileşmenin yükseköğretimden başlatılması gerektiğini öne süren ‘Tuba Ağacı’ nazariyesine karşı çıkmasıyla tanınan Mustafa Satı Bey ya da Satı El Husrî, II. Meşrutiyet ilan edilmeden önce, bazı vilayetlerde özel ana mekteplerinin açıldığını, resmî ana mekteplerinin ise ancak Balkan Harbi’nden sonra açıldığını ve umumileştiğini ifade etmişti. Alan yazınında daha sonra İstanbul’da bu tür özel okulların yaygınlaşmaya başladığı tarih verilmeksizin belirtilmektedir. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra ise, Selanik’te Ravza-i Sıbyan Mektebi içinde Kâzım Nami (Duru) tarafından bir çocuk bahçesi sınıfı açılmıştı. Kâzım Nami’nin hatıratında bu öğretim şubesinin ilk kurucusu olmak şerefini elde ettim sözlerinden olsa gerek, Osmanlı Devleti’nde hususi ana mektebini ilk açan kişi olarak tavsif edilmektedir. Başkanlık Osmanlı Arşiv belgeleri ve dönemin gazetelerine bakıldığında ise çalışmamızda ele alacağımız İstanbul Bayezid’teki ‘ana mektebinin’ hususi anaokulu türünde Müslümanlar tarafından açılanlar arasında ilk olduğunu söyleyebiliriz. Müslüman kadınlar tarafından İstanbul’da kurulan, idarecileri ve öğretmenlerinin de kadınlardan oluştuğu okulun açılması için 17 Şubat 1909 tarihinde ruhsat başvurusu yapılmıştı. Çalışmada dönemin süreli yayınlarından Kadın/Selanik dergisi, Tanin gazetesi ve Mehasin dergisinde okulun kurucuları, amacı, programı, eğitim tarzı hakkında verilen ayrıntılı bilgiler aktarılarak ve dönemin diğer girişimleriyle karşılaştırılarak değerlendirilmiştir.Item 15. Yüzyıl Portekiz Keşiflerinin Afrika’da Tezâhürü ve Bir Hakimiyet Göstergesi Olarak Padrão Sembolü(Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, 2021-09-30) Önalan, Havva; Other; OtherPortekiz için Afrika; ticaret yollarının geçiş güzergâhında, maddi olduğu kadar manevi bir güce ulaşmanın anahtarı konumundadır. On beşinci yüzyılın ilk yarısından itibaren altın, baharat, köle gibi kavramların Avrupa’da farklı bir anlam kazanmaya başlaması, keşifler döneminin başlamasıyla neticelenecektir. Bu dönemin en önemli devleti Portekiz, keşfettiği kıtalarda sömürgecilik faaliyetleri gerçekleştirerek yaklaşık iki yüzyıl boyunca Afrika ve Hindistan’da varlığını sürdürecektir. Afrika’ya gönderilen kâşifler deneme-yanılma yöntemiyle uzun yıllar boyunca bilinmeyen bir kıtaya yolculuk gerçekleştirmiştir. Sınırlı imkânlar dahilinde gerçekleşen bu yolculuklar zamanla yerini tecrübeye bırakmış ve Afrika sahillerinde Portekiz hâkimiyet dönemi başlamıştır. II. João’nun kâşifleri Diogo Cão ve Bartolomeu Dias Lizbon’dan batı Afrika sahillerine taşıdıkları padrão isimli taş anıtlarla Portekiz egemenlik sahasının somut varlığına işaret etmiştir. Keşifler döneminin taşa kazınan yönü, Diogo Cão ile beraber Afrika’da başlayarak Vasco da Gama ile Hindistan’a kadar devam etmiş ve Portekiz padrãoları bir gelenek haline gelerek on altıncı yüzyılın ilk yarısında da keşfedilen bölgelerde yerini almıştır. Bu çalışma; Afrika’yı keşfetme sürecinin aşamaları ve keşifler döneminin simgesi haline gelen padrãoları, dönemin kâşifleri üzerinden değerlendirmeyi hedeflemektedir. Bu bağlamda, Portekiz kronikleri ve kaynaklarından elde edilen bilgiler ve günümüze ulaşan padrão görselleri sunulacaktır.Item Saltanat Makamında Bir Halife: El-Mustaîn Billah’ın Hilafeti (1406-1414) Ve Memlûk Devleti Sultanlığı (1412)(Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, 2021-09-30) Uzun, Kazım; Other; OtherMemlûk Devleti 1412 yılında sıra dışı bir gelişmeye şahit oldu. Mezkûr tarihte Kahire’deki Abbâsî halifesi el-Mustaîn Billah, bu görevine ek olarak Memlûk Devleti sultanı da ilan edildi ve yaklaşık altı ay boyunca Memlûk tahtında bulundu. Olağan dışı ve ilginç bir örnek olmasının yanı sıra bu gelişme aslında Memlûk Devleti’nin iç siyasi dinamikleriyle yakından ilgili ve doğrudan neticesiydi. Söz konusu tarihlerde Sultan Ferec’in iktidarına karşı isyan eden emirlerden ikisi Dımaşk naibi Nevruz ve Trablus naibi Şeyh el-Mahmûdî idi. Bu emirler aynı muhalif kanatta birleşerek Sultan’ı hal etmeyi başardı, ancak sonraki süreçte aralarında beliren iktidar mücadelesi her ikisinin de bir süre tahttan uzak kalmasını gerekli kılıyordu. Nihayet bu, Memlûk Devleti tarihinde farklı tezahürleri olan, taht için bir hazırlık yapma süreciydi aynı zamanda. Bu geçiş dönemi için halifenin sultanlığı gündeme geldi ve uygulandı. Sonuç olarak ortaya çıkan el-Mustaîn Billah’ın halifeliğiyle eş zamanlı sultanlığı Memlûk Devleti tarihinde özel bir yere sahip olmakla birlikte, bu uygulama Memlûk siyasal sisteminin daha iyi bir şekilde anlaşılması noktasında münferit ancak önemli bir örnek teşkil etmektedir.Item Hocend Müdafaası Ve Bir Direniş Örneği: Timur Melik(Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, 2021-09-30) Doygun, Meryem; Other; OtherTürk-İslam âlemi için en büyük felaketlerden biri olarak tesmiye edilen Moğol istilası sırasında Hârezmşahlar’ın hâkimiyeti altındaki şehirler tek tek viran edilmiş mezkûr coğrafya hallaç pamuğu gibi dağıtılmıştır. Ancak bu şehirlerin tamamına yakınında Moğol tahakkümüne şecaatle mukavemet gösterilmiş buralara tayin edilen emîrler ve kumandanlar ya da şehir ahalisi umumiyetle direnişi intihap ederek dikkate şayan mücadele örnekleri göstermişlerdir. Siriderya (Seyhun) nehrinin sol kıyısı boyunda kâin Hocend (Hucend) şehrinin cesur emîrlerinden Timur Melik’in Moğol ordularının tazyikine karşı yanında az sayıdaki adam ile son ana kadar direnişi ve kısıtlı imkânlara rağmen bulduğu çözüm yolları ile Moğolların tahakkümünü kırması bunun serencamıdır. XIII. yüzyılın önemli müelliflerinden Atâ Melik Cüveynî’nin “eğer Rüstem Pehlivan onun zamanında olsa idi ona seyis dışında bir şey olmazdı” sözleri tarihî hakikat mesabesindedir. Bu çalışma ile bir şehrin tarihi ile bütünleşen müdafaa örneği ve Moğol istilasına karşı şehirlerin kolayca teslim olduğu tezinin tarihî hakikate mugayir olduğu dönemin kaynaklarına dayanılarak gösterilmeye çalışılacaktır.Item Burchard Von Strazburg’un Mısır Sefareti (1175/1176) Ve İslam Dünyasına Dair İzlenimleri(Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, 2021-09-30) Aliyazıcıoğlu, Zeynep İnan; Other; OtherAlman İmparatoru Friedrich Barbarossa’nın hizmetinde Burchard von Strazburg 1175 yılında diplomatik bir görevle Mısır’a seyahat etti. Burchard’ın görevi daha önce Friedrich Barbarossa ile Sultan Selahâddîn Eyyûbî arasında yapılan siyasi ve ticari antlaşmaları uzatmak ve bölge hakkında bilgi toplamaktı. Alman elçi İskenderiye’ye vardığında Sultan Selahâddîn Şam’da bulunuyordu. Burchard, sultanla görüşmek üzere kara yoluyla Suriye’ye gitti. Yakın Doğu seyahatinden sonra Avrupa’ya döndüğünde Burchard gözlemlerini bir rapor halinde kaleme aldı. Burchard’ın raporunun orijinal metni günümüze ulaşmamıştır. Ancak 13. yüzyılın başında rahip Arnold von Lübeck, Burchard’ın raporunu, o dönem yazmakta olduğu Kronik’e bir bölüm olarak eklemiştir. Böylece Alman elçinin seyahatname türü raporu günümüze kadar gelmiştir. Burchard, Mısır ve Suriye bölgesinde yaşayan Müslüman, Hristiyan ve Yahudi halklarının birbirleriyle ilişkilerini, Hristiyan mabetlerini, Müslümanların ibadetlerini ve günlük yaşantılarını, bölgenin topografyasını ve tabi kaynaklarını, bölgede yetişen sebze ve meyveleri, hayvanları, çölde seyahat etmenin zorluklarını gibi konuları raporunda ele almıştır. Alman elçi Müslümanların inançlarını ve diğer milletlerle ilişkilerini oldukça objektif biçimde kâğıda aktarmıştır. Bu çalışmada Burchard von Strazburg’un Mısır ve Suriye seyahatindeki gözlemlerini aktardığı rapor, söylem analizi yöntemiyle incelenmeye ve Burchard’ın gözlemleri değerlendirilmeye çalışılmıştır.Item Yahya b. Abdullatif kazvînî’nin lübbü’t-tevârîh adlı eserine göre kara-koyunlu devleti tarihi(Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, 2021-09-30) Korkmaz, Ahmet; Paydaş, Kazım; Other; OtherSafevî dönemi tarihçisi Yahya b. Abdullatif Kazvînî, 885(1481) yılında Kazvîn’de dünyaya geldi. Lübbü’t-Tevârîh isimli eserini Şah İsmail’in dördüncü oğlu Behram Mirza adına kaleme aldı. Adı geçen eser genel bir tarih kitabıdır. Müellif, eserinin üçüncü bölümünde Kara-Koyunlu Devleti’nin tarihini de kaleme almıştır. Kara-Koyunlu Devleti Dönemi’nde resmi tarih yazıcılığının gelişmemesi mezkûr devletin tarihini öğrenebilmek için araştırmacıları diğer devletlerin kroniklerine başvurmaya mecbur bırakmaktadır. Bu minvalde Safevî Dönemi kronikleri önem arz etmektedir. Bu açıdan Kara-Koyunlu Devleti’nin inkırazının üzerinden bir asır geçmeden kaleme alınan Lübbü’t-Tevârîh adlı eser, adı geçen devletin tarihi için birinci derecede önem arz eden kaynaklardandır. Bu çalışmada Kara-Koyunlu Devleti’nin tarihi özet olarak anlatıldıktan sonra Yahya b. Abdullatif Kazvînî ve Lübbü’t-Tevârîh adlı eser hakkında bilgi verilmiştir. Ardından Lübbü’t-Tevârîh’in Tahran’da neşredilen üç nüshası karşılaştırılarak tercüme edilmiştir. Bunun yanında Kara-Koyunlular hakkında diğer kronikler ve tetkik eserlerdeki bilgiler ile yapılan tercüme tamamlanmaya çalışılmıştır.Item Kaynaklar Işığında Selçuk Bey’in Çocukları(Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, 2021-09-30) Çakır, Oğuzhan; Tarih; Dil ve Tarih-Coğrafya FakültesiSelçuklu Devleti’nin bilinen ilk atası Selçuk Bey’in babası Dukak’tır. O, Oğuz Yabgu Devleti içerisinde ömrünü geçirmiş ve ordu kumandanlığı vazifesini ifa etmiştir. Dukak’ın vefatının ardından kumandanlık vazifesini Selçuk Bey üstlenmiş, Oğuz Yabgusu ile girdiği otorite mücadelesini kaybetmesi sonrasında ailesi ile birlikte Cend’e göçmek zorunda kalmıştır. Selçuk Bey’in göç sonrası faaliyetleri ile alakalı geniş malumatımız olduğu söylenemez. Bizim için burada önem taşıyan kısım, Selçuk’dan dünyaya gelen ve devletler kurup saltanat süren nesli olacaktır. Bu yolla, Selçuk’un oğullarının isimleri ve faaliyetlerini aydınlatmak niyetindeyiz. Selçuklulara özel olmamakla birlikte her devletin kuruluş yılları biraz daha karmaşık olarak kabul edilmektedir. Bizim araştırmada yararlandığımız kaynaklar da yer yer birbirlerini tekrarlamak, yer yer de hatalı ifadelerde bulunmak yoluyla konunun araştırılmasının zorlaşmasına neden olmuşlardır. Selçuklu tarihi uzmanlarının sayısı diğer alanlara nazaran düşük olması ile birlikte hemen hemen her konuda araştırmalar kaleme alınmıştır. Bu sebeple alanda bâkir olarak kabul edebileceğimiz konu neredeyse yok gibidir. Fakat bu, yapılan incelemelerde yeni bir görüş ortaya konulduğu taktirde konunun tekrar kaleme alınamayacağı anlamı taşımamaktadır. Ayrıca sosyal bilimler sahasında her araştırmacının kaynak tenkiti, kullanımı ve bakış açısı da birbirinden farklıdır. Biz, Selçuk’un oğullarına dair derli toplu ve dönem kaynaklarına dayanan bir makale kaleme aldık. Yararlı olmasını umuyoruz.Item Pious Foundations And Preservation Of Buildings During Christianity And Islam In Anatolia(Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, 2021-09-30) Akar, Tuba; Other; OtherPious foundations, established mainly for religious and social purposes, existed in almost every period in Anatolia. These foundations included churches and monasteries during the Byzantine period and were further developed under the Islamic waqf system, and involved buildings such as mosques, madrasahs or building complexes (külliye), in the Seljuk and Ottoman periods. Although the origins of the concept of Islamic waqf is a debated subject area, the pious foundations of Christianity and Islam, observed in the same geography, sometimes simultaneously and sometimes in successive periods, have played significant roles in the preservation of buildings. The common features of the pious foundations in Anatolia during the Christian and Islamic periods are that they are private initiatives with their own internal organizational and financial structure. In addition, since serving God and his subjects forever is the main goal of these pious foundations, they consider it their duty to protect and ensure the survival of the buildings they owned. Therefore the preservation of these buildings was carried out through various regulations. Information on these regulations can be found in the official foundation documents of pious foundations, which are called typikon in the Byzantine period, and waqfiyya during the Seljuk and Ottoman periods. Mainly using the information in these foundation documents, this research aims to determine the roles of pious foundations seen in Christian and Islamic periods in Anatolia in the preservation of buildings.Item Yazılı Ve Arkeolojik Kaynaklar Işığında Orondeıs Bölgesi’nin Tarihi Coğrafyası(Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, 2021-09-30) Kurt, Mehmet; Atcı, Esra; Other; OtherOrta Anadolu Bölgesi’nin batı kesiminde yer alan Beyşehir Gölü havzası, hem tarihsel hem de coğrafi anlamda oldukça önemli bir konuma sahiptir. Nitekim Neolitik dönemden itibaren iskân görmüş olan bu alan, değişik kültürlere ev sahipliği yapmıştır. Hititler döneminde hem batıya ve güneye uzanan yol güzergâhları üzerinde bulunması, hem de önemli bir dini merkez olması bölgenin önemini kanıtlamaktadır. Bölgenin Demir Çağı’ndaki durumu hakkında elimizde yazılı kaynaklar bulunmamasına rağmen, arkeolojik veriler Beyşehir Gölü havzasının bu dönemde de yerleşime sahne olduğuna işaret etmektedir. Bölgenin Hellenistik ve Roma dönemleri ile ilgili olarak ise antik edebi kaynaklardan, yazıtlardan ve arkeolojik buluntulardan bilgi edinilebilmektedir. Antik kaynaklardan bölgenin idari sınırlarının sık sık değiştiği anlaşılmaktadır. Nitekim Plinius tarafından Pisidia’nın bir alt bölgesi olarak söz edilen Orondeis’i, Ptolemaios Galatia’da göstermektedir. MS 6. yüzyıl yazarı Hierokles ise, bölge kentlerinin bazılarının Pisidia, bazılarının ise Lykaonia kenti olduklarından söz etmektedir. Bu çalışmada Beyşehir çevresi ile ilişkili olduğu bilinen Orondeis Bölgesi’nin siyasi, sosyo-kültürel ve ekonomik yapısı üzerinde durulacaktır.Item Hitit Örneği Üzerinden Eskiçağda Toplumsal Yapı Ve Büyü İlişkisi(Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, 2021-09-30) Reyhan, Esma; Other; OtherPaleolitik Çağ insanının mağara duvarlarına çizdiği resimlerle başlayan büyü, M.Ö. 3000’lerde Mısır ve Mezopotamya’da, 2. binyılda Anadolu’da ve çağdaşı daha birçok uygarlıkta oldukça ilgi görmüştür. Eski Yunan ve Roma uygarlıkları köklü büyü geleneğini alıp kendi coğrafyalarının, yaşantılarının ve geleneklerinin özelliklerini katarak ve çağdaşı kültürlerden hem etkilenerek hem de onları etkileyerek bu birikimi günümüze kadar aktarmışlardır. Bütün Eskiçağ toplumlarında büyü, iyi (=ak büyü) veya kötü (=kara büyü) sonuçlar elde etmek amacıyla uygulanmıştır. İyi olan büyü kabul görmüş kötü olan büyü ise ciddi cezalar öngörülerek yasaklanmıştır. Çalışmamız esas olarak M.Ö. 2. bin yıl Anadolu büyü geleneğini Hitit toplumu üzerinden açıklama amaçlıdır. Ancak diğer Eskiçağ toplumlarının büyü konusundaki algıları ve bunu yaşamlarına yansıtma pratikleri çalışmamızda kısaca ele alınmıştır. Bu yaklaşım, toplumların kültürel etkileşimlerinin, her toplumun sahip olduğu farklı kültürel dinamiklerine göre büyü uygulamalarının algılanmasında sergilenen tutumun, uygulanan büyü pratiklerinin benzerliğinin ya da farklılığının, büyünün toplumlardaki psiko-sosyolojik rolünün anlaşılması konusunda katkı sunacağı anlayışından kaynaklıdır. Hitit büyü ritüellerinin amacı öncelikle iyiye ulaşma, tedavi etme, arındırma, yapılan bir kötü büyünün etkisini yok etmedir. Hitit büyü geleneğinden ve bu geleneği oluşturan bileşenlerden etkilendiği kabul edilen Yunan büyülerinde farklı olarak görülen “başka nesne ve canlıya dönüştürme” (Büyücü Kirke’nin insanları domuza dönüştürmesi) pratiğini ise o toplumun kendine özgü kültürel yapısının ritüellerine yansıması olarak açıklamak mümkündür. Eskiçağ toplumlarının büyü ritüellerine dair bilgilerimiz, o toplumlardan kalan arkeolojik ve filolojik malzemelerin değerlendirilmeleri ile mümkün olmuştur. Kazılarda ele geçen, muska, figürün, nazarlık gibi objeler, kurban malzemelerinin gömüldüğü ritüel çukurlar ve bu objeleri işlevleri ile yorumlayabildiğimiz tabletler, papirüsler, yazıtlar konuya dair somut verilerdir. Bu verilerle Mezopotamya’da görülen bir geleneğin izini Roma dünyasında sürmek mümkün olmuştur. Ya da günümüz Anadolu’sunda… İnsanlığın tarihi kadar eski bir geçmişe sahip olan büyü, tarihsel süreç içerisinde hemen hemen her dönem ve toplumda yaygın bir uğraşı ve güçlü bir toplumsal olgu olarak mevcut olmuştur. Büyü, insana ve doğaya ilişkin olayları, maddi dünyanın ötesinde gizemli dış güçler aracılığıyla etkileyip yönlendirdiğine inanılan kişilerin de aktif olduğu ritüel eylemlerdir. Çalışmamızın ağırlık noktası olan Hitit büyü ritüelleri Hitit devlet arşivinde oldukça büyük bir yer tutmaktadır. Bu metinler Hitit toplumsal hayatında büyünün ne kadar büyük bir etkiye sahip olduğunu gösteren çarpıcı örneklerle doludur. Büyü aynı zamanda toplumun din ve tıp anlayışını yorumlamanın farklı bir aracıdır. Ortaköy/Šapinuwa kazılarında Hitit toplumunda uygulanan büyü ritüellerinin somut kalıntılarına ulaşılmıştır. İçlerinde yanmış kuş kemiklerinin, tırnaklarının ve gagalarının bulunduğu çok sayıda ritüel/kurban çukurları bulunmuştur. Kuşların yeraltı tanrılarına kurban edildiği yazılı belgelerden bilinmektedir. Yine belgelerden kuştan başka domuz, koyun kuzu gibi hayvanlar da yakma ya da kanını akıtma şeklinde tanrılara sunulmaktadır. Yeraltına açılan kapılar olarak değerlendirilen ve arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan bu çukurlarda (api-) yeraltı tanrılarına sunulan hayvanların kalıntıları ele geçmiştir. Kurban çukurları belgeye dayalı bilgimizin arkeolojik kanıtlarıdır. Yani arkeolojik kalıntılarda ele geçen buluntularla çivi yazılı belgelerin verdiği bilgiler bire bir örtüşmektedir. Belge-arkeolojik buluntu iş birliği, birçok konuda olduğu gibi büyü konusunda da kendini göstermiştir. Bu çalışmadaki bütün veriler birincil kaynak olan arkeolojik buluntular ve yazılı belgelerden aktarılmış ve yorumlanmıştır.