Osmanlı'dan Türkiye'ye kapitalist hukuksal kuruluş: Mülkiyet ekseninde bir değerlendirme
Abstract
Bu çalışma, Osmanlı'dan Türkiye'ye kapitalist hukuksal dönüşümün genel panoramasını sunmaktadır. Bu konunun seçilmesinde neden, Türkiye'de hukukun gelişimine dair herhangi bir tartışmanın ya toplumsal ilişkilere yer vermeyen teknik hukuksal analizlerle ya da toplumsal değişimin "modernleşme" perspektifiyle sınırlı ele alınmasıdır. Bunun dışında hukukun değişimine dair ekonomi-politik perspektifle detaylı bir analiz sunan çalışmalar ise siyaset bilimi ve iktisat tarihi ile sınırlı kalmaktadır. Bu eksiklerden yola çıkarak bu çalışma, Osmanlı-Türkiye örneklemi içerisinde hukuk ve toplumsal değişim ilişkisini ortaya koymakta ancak bunu mülkiyet kurumunu temel alarak gerçekleştirmektedir. Zira mülkiyet kurumunun gelişimi, toplumsal değişim ve hukuksal kuruluş arasındaki ilişkinin en net görülebileceği alandır. Hukuksal değişimi toplumsal bağlama oturtmak için Osmanlı'dan Cumhuriyet'e yaklaşık 200 yıllık bir tarihsel kesiti, tarihsel sosyoloji alanı içinde değerlendiren bu çalışma, toplumsal değişimin toplumun iç ve dış dinamikleriyle birlikte ilerlediğini ortaya koymaktadır. Böylece Osmanlı-Türkiye örneğinde de kapitalist gelişimin tarihinin, özel mülkiyetin diğer mülkiyet kategorilerine rağmen genişleme ve yoğunlaşma tarihi olduğu gözlenebilir. Özel mülkiyet kurumunun ortak mülkiyet biçimlerini tahrip ederek genişlemesi maddi düzeyde ilerlerken aynı zamanda hukuksal alanda bir değişime karşılık gelmektedir. Hukuksal alandaki değişim ilki Tanzimat dönemi, ikincisi Cumhuriyet resepsiyonları olmak üzere iki dönemde incelenmektedir. Bu iki hukuksal kuruluş dönemi siyasal anlamda devrimci bir kopuşa rağmen kapitalist özel mülkiyetin hukuksal kuruluşuna yönelmekle bir süreklilik göstermektedir. Hukuksal değişim analizi de özel mülkiyet kurumunun gelişimindeki bu süreklilikte gözlemlenir. Bu çalışma, Türkiye'de kapitalist hukuksal kuruluşu mülkiyet ilişkileri odağında yapılan bir analiz ile değerlendirmekte ve hukuksal kuruluşunun ikincil düzeydeki belirleyenlere bakılarak başarılı-başarısız ikilemine indirgemeyeceğini ortaya koymaktadır.