Çevre etiği çerçevesinde biyopolitikaların oluşturulmasında katılımcılık
Özet
En geniş anlamıyla politika, belli bir sorunun çözümü için geleceğe yönelik olarak alınması gereken önlemlerin ve benimsenen ilkelerin bütünüdür. Çevre politikalarının tümünün, çevre değerlerinin korunması ve geliştirilmesi için hazırlandığını biliyoruz. Ancak, çevrebilimin çok bileşenli yapısı nedeniyle çevre politikalarının oluşturulması esnasında bütüncül bir yaklaşım benimsenerek analitik ve sistemik yöntemler bir arada kullanılmalı ve tüm paydaşların öncelik ve deneyimlerine dikkat edilmelidir. Zira Çevre Politikaları?nın doğru ve etkin uygulanması ile çevre sorunlarının getirdiği yüklerin adil paylaşımı ve doğal kaynakların adil bölüşümü sağlanabilir ve yoksullukla daha başarılı bir mücadele verilebilir. Teknoloji yaşamlarımızın her noktasına dokunmakta ve pek çok olumlu değişim yaratmaktadır. Ancak kolay yaşamın keyfini çıkarırken teknolojinin yol açtığı olumsuzlukların yok sayılmamalı ve teknoloji bir kültürel olgu, bir biçimlendirme metodu olarak kabullenilmelidir. Sonuçları yaşamımızı bu denli etkileyen teknolojik dönüşümün başarılı olabilmesi için düşünsel ve sosyal etkileşimi de aynı anda sağlaması gerekmektedir. Söz konusu uyumlaştırma sürecine ilişkin ilk somut adımın 1965 yılında Etik ve Doğa Bilimleri Enstitüsü?nün kurulması ile atıldığı söylenebilir. Enstitü?nün amacı kürtaj, nüfus planlaması, kaynakların doğru kullanımı, genetik mühendisliği gibi alanlarda çalışmalar yapılmasıdır. Enstitü?nün yaptığı çalışmalar Bioetik Kavramı?nın ortaya çıkmasında ciddi bir katkıda bulunmuştur. Bu çalışmanın ikinci bölümü, Bioetik Kavramı?nın, 45 yıl boyunca geçirdiği dönüşüme ilişkin olarak yapılan literatür taramasına ayrılmıştır. İkinci bölümün ilk alt başlığı altında etik kuramların çok genel bir biçimde değerlendirilmesinin ardından Kalkınma Olgusu?nun üç temel dinamiği sırayla ele alınarak Bioetiğin, Çevresel, Ekonomik ve Sosyal bileşenleri üzerindeki etkisi incelenmiştir. Ekonomi, Etik ve Çevre üçlemesinde ekonomik verimlilik yeniden tanımlanmış, dışsallıklar, kamu menfaati ve kamusal mülkiyet trajedisi gibi pazar tabanlı yaklaşımların sürdürülebilir kalkınmanın yakalanmasındaki önemlerine değinilmiştir. ?Ekonomi, Etik ve Çevre? alt başlığı altında yapılan değerlendirmelerinin son bölümünde ise çevresel bioetiğin ekonomi ile harmanlamasından ortaya çıkan ve 2012 yılı Haziran Ayı?nda gerçekleştirilen Ri0+20 Zirvesi?nin en temel çıktısı olan ?Yeşil Ekonomi? yaklaşımı üzerinde durulmuştur. İkinci bölümün üçüncü ve dördüncü alt başlıkları altında çevresel bioetiğin sosyal kalkınma anlamındaki önemi vurgulanmaktadır. Üçüncü alt başlık çerçevesinde yapılan kaynak araştırması, çevresel bioetiğin, hem bugün yaşayan insanların ve hem de gelecek kuşakların yaşamlarının garantisi olduğu gerçeğini bir kez daha ortaya çıkarmaktadır. Salt kar amacıyla ortaya koyulan stratejilerin aşırı tüketim ve üretimi nasıl körüklediği ve bu durumun doğal kaynakların sürdürülebilirliğini nasıl tehdit ettiğinin vurgulandığı bu bölümde verilmek istenen bir diğer mesaj ise, Dünya Barışı?nın yerle bir olmasının gerçek nedeninin doğal kaynaklar üzerinde oynanan kirli oyunlardan ibaret olduğudur. İkinci Bölümde değerlendirilen diğer bir konuda, iş dünyasının ağırlıklı olarak kısa dönemli karlılık amacı üzerine kurguladığı pazar dinamikleridir. Üretimlerini kısa süreli kar hesapları üzerinden planlayarak tüketicinin haklarına ve dünyanın geleceğine ambargo koyan iş yaşamında ortaya çıkan ahlaki problemlere çözüm üretmek amacıyla meslek etiği kavramı ve kurumsal sosyal sorumluluk projelerinin sosyal ve çevresel boyutları değerlendirilmiştir. Çalışmanın ana çerçevesi, çevresel biopolitikaların oluşturulmasında katılımcılığın rolü olarak tanımlanmış olduğundan, ikinci bölümün son alt başlığı altında Katılımcılık olgusuna geniş bir yer verilmiştir. Her ne kadar, katılımcılığın karar mekanizmalarına ve/veya siyasa oluşturma süreçlerine halkın doğrudan katılımını öngören demokratik bir yükümlülük olduğuna ilişkin geniş bir mutabakat sağlanmış olsa da, yapılan araştırmalar, katılımcılık konusundaki yorumların, ülkeden ülkeye değişkenlikler gösterdiğini ortaya koymaktadır. Çalışmanın daha sonraki bölümlerine olumlu katkı yaratacağı düşüncesiyle ikinci bölümün genişçe bir kısmı 2008 Avrupa Değerler Araştırması?nın sonuçlarına ayrılarak, Hollanda, Belçika ve Türkiye?de yaşayan kişilerin katılımcılık yetileri değerlendirilmiştir. Ülkeden ülkeye, toplumdan topluma ve hatta toplumun farklı kesimlerinde katılımcılık yetisinin farklı seviyelerde gelişmiş olması çevre sorunları ile mücadele edilirken ya da çevrenin geliştirilmesi için gösterilen gayretleri sekteye uğratan önemli bir faktördür. Zira çevreyi oluşturan unsurlar birbirleriyle sürekli bir etkileşim içerisindedir. Tek bir ozon tabakasına ve iklim sistemine sahip olan Dünya?mızda hiçbir devlet veya kişi kendisini çevre sorunlarından muaf sayamaz. Bu sorunlar hakkında her devletin ve her ferdin takınacağı tutum, sorunun oluşumuna yol açabilir ya da ortadan kalkmasını sağlayabilir. Dolayısıyla, çevre sorunları ile mücadele bütüncül bir yaklaşımı ve uluslararası işbirliğini gerekli kılmaktadır. Oysaki uluslararası bir çerçevede mutabakat sağlamak hiç kolay olmamaktadır. Çünkü devletlerin sınırları içindeki toprakların üstünde ve altında, göl, nehir, kanallar, karasuları ve bütün bunlar üzerindeki hava sahası içinde yer alan doğal kaynaklara münhasır yetkileri vardır ve hükümetler bu alanlarda çevre için politikalar geliştirmeye ve hukuk oluşturmaya yetkilidirler. Birçok doğal kaynak, ya ülkeler arasında paylaşıldığından ya da bir doğal kaynağın bir devlet tarafından kullanımı diğer ülkeleri de etkilediğinden, çalışmanın üçüncü bölümü, çevrenin sınır tanımazlığı gerçeği üzerine temellendirilerek, uluslararası süreçlerin önemi vurgulanmıştır. Egemenlik hakkı ile çevrenin korunmasına ilişkin küresel çıkarlar arasındaki çelişki, BM Çevre ve Kalkınma Konferansı?nda ele alınmıştır. Sonuç olarak, devletlerin kendi çevre politikalarına uygun olarak kaynaklarını kullanma konusunda egemen hakka sahip oldukları kabul edilmiş ancak kendi yetki alanlarındaki ya da denetimleri altındaki faaliyetlerin diğer devletlere ve ulusal sınırlar dışında kalan yerlere zarar vermemeleri konusunda mutabakata varılmıştır. 1972 yılında İsveç?in Stockholm kentinde Birleşmiş Milletler himayesinde toplanan Stockholm Konferansı?nın ikinci nesil çevre politikaları için bir milat olduğunu söylemek hiç yanlış olmayacaktır. Stockholm?ün hemen ardından 1975 yılında Helsinki?de yapılan Zirvede oluşturulan Helsinki Nihai Senedi çerçevesinde çevre konusunun ekonomi, bilim, teknoloji alanlarıyla işbirliği yapılarak ele alınması kararlaştırılmış ve ayrıca da bir ülkenin kendi sınırları içerisinde sürdürdüğü faaliyetin diğer ülkelerini de etkileyeceği belirtilerek ülkeler arası işbirliğinin önemi vurgulanmıştır. 1992 yılında Rio de Janerio?da gerçekleştirilen Rio Konferansı?nın iki önemli çıktısı (Rio Deklarasyonu ve Ajanda 21), Sürdürülebilir Kalkınma kavramının küresel olarak kabulünü hızlandırmıştır. İnsan Çevresi hakkındaki Stockholm Deklarasyonunun 1. Prensibi, Çevre ve Kalkınma hakkındaki Rio Deklarasyonunun 10. Prensibi ile Dünya Doğa Şartı?nın 37/7 ve 45/94 nolu kararları, çevre politikalarının oluşturulmasında farklı paydaşların katılımı konusunu küresel boyuta taşıyan Aarhus Konvansiyonu için alt yapı oluşturmuştur. Güney Afrika?nın Johannesburg kentinde iş dünyasından ve sivil toplum örgütlerinden çok sayıda liderin katılımıyla gerçekleştirilen Sürdürülebilir Kalkınma Dünya Zirvesi?nin kapsamı, 1992?de Rio de Janerio?da yapılan Dünya Zirvesi?nin sonuçları çerçevesinde belirlendiğinden ve aynı zamanda da Zirve?nin 10. yılında yapıldığı için