"Türk-İslâm Dünyası’nda Tarih" | ||
İslam’ın ilk dönemlerinde Tarih, daha ziyade biyografiler ve Hz. Peygamber'in müşriklere karşı yaptığı mücadelelerin bir anlatımı tarzında görülür ve Hadis toplama ve Hadis Metodolojisi ile yakından ilişki içerisindedir. Sonradan bu konulara Kuran-ı Kerim’de geçen kavimlere ve peygamberlere ilişkin olaylarla dört halife, Emeviler ve Abbasiler döneminde yaşanan gelişmeler eklendi ve tarihi yapıtların kapsamı genişletildi. Evrenin yaratılışından tarihçinin yaşadığı döneme kadar İslam dini ve siyasi tarihinin işlendiği tarihlerin özellikle Abbasiler döneminde belirdiği ve yaygınlaştığı söylenebilir. Örneğin 9. yüzyılda yaşamış olan ve Arap tarihçiliğinin babası olarak görülen Taberî’nin Resuller ve Melikler Tarihi adlı eseri bu tarzda yazılmış ilk Arapça kitaptır. Eserin ön önemli yanı, tarafsız bir bakış açısına sahip olması, görgü tanıklarının sözlerine ve güvenilir belgelere dayanmasıdır. Daha sonra fetihlerle birlikte İslam Dünyası giderek genişlemiş ve Arapların diğer milletlerle siyasi ve kültürel münasebetleri artınca İslam tarihinin genel tarih içerisine yerleştirilmesi gerektiği anlaşılmış ve tarih yapıtlarının kapsamları buna uygun olacak şekilde genişletilmiştir. 9. yüzyılda yaşamış ve İslam tarihini sağlam temeller üzerine oturtmuş olan Taberî gibi ilk müellifler dönemi 10. yüzyılın meşhur bilgini Mesudî ile tamamlanır. Mesudî, Murûc el-Zeheb ve Kitâb el-Tenbih adlı eserlerinde coğrafi bilgilere tarihi bilgileri de ekleyince klasik tarih anlayışının sınırlarına ulaşılmıştır. Mesudî, okuyucularını eğlendirmek gayesiyle, çok çeşitli kaynaklar kullanmış ve olayların düzenli bir biçimde anlatımı yanında, çoğu defa tuhaf anlatımlara ve hikâyecilere eserlerinde yer ayırmıştır. 11. yüzyıldan itibaren tarih araştırmaları sayıca artmış ve çeşitlenmiştir. Bu sırada dünya tarihi ile ilgili çalışmalar görüldüğü gibi, bir milletin veya bölgenin tarihini ele alan araştırmalar da görülür. Bir kısım tarih yazarları Taberi'nin yolunu takip ederken, diğerleri özellikle kendi ülkeleri veya şehirlerinin tarihleriyle meşgul olmuş, bir diğer grup tarihçi ise değişik kategoriler içinde yer alan bilginler, hâkimler, şairler, ileri gelen görevliler veya emirlerle ilgilenmişlerdir. İslam Dünyası’nda kent tarihleri de yazılmıştır. Bağdat ve Şam gibi önde gelen kültür merkezlerinin tarihleri anlatılırken buralarda yetişen önemli kişiler ve eserleri de tanıtılmış ve böylece biyografi ve biyografi bilimlerinin temelleri atılmıştır. Bunlar arasında İbn Nedim’in Kitab el-Fihrist’i, Usaybia’nın Tabaka el-Etibbâ’sı ve İbn Hallikân’ın Vefayâ el-Ayân’ı sayılabilir. Bu eserler kentleri, bilginleri ve eserlerini tanıtan ansiklopedik tarzda eserlerdir. İslam tarihçiliği deyince akla şüphesiz İbn Haldun gelir. 14. yüzyılda yaşamış olan İbn Haldun en büyük Müslüman tarihçidir. Hadramut’tan Endülüs’e göç etmiş ve daha sonra Tunus’a yerleşmiştir. Asil bir aileye mensup olan İbn Haldun, maceralı bir hayat sürmüş ve küçük sultanlıklarda vezirlik de dâhil olmak üzere önemli idari görevlerde bulunmuştur. Böylece çeşitli toplulukları gözlemiş, Berberî tarihini konu alan ve yedi ciltlik meşhur kitabı Kitâb el-İber’i tamamlamış ve Tunus sultanına sunmuştur. Bu kitabın girişi olan Mukaddime’si oldukça meşhurdur. Eser, ortaya koyduğu, kendisine has Tarih Felsefesiyle dikkati çeker. Mukaddime, altı büyük bölümü içerir: Birinci bölümde; beşeri ve tabii coğrafya ele alınır. İkincide, göçebe ve yerleşik hayatın çeşitli yönleri belirtilir. Üçüncü bölümde, devlet, devletin temel taşları ve gelişmesi anlatılır; dördüncü bölümde ise devletlerin refah ve düşüş dönemleri konu edinilir. Beşinci bölüm, ekonomik problemlerle ilgilidir. Altıncı bölüm ise; ilimleri, sınıflandırılmalarını ve gelişmelerini ele alır. İbn Haldun, bu eserinde tarih disiplinini bilimleştirmeye çalışır. Antik Yunanlı düşünür Aristoteles, tarihi bilimin dışında bırakmış ve bilimlerin insanların neden oldukları değişken olaylarla değil de değişken olmayan olaylarla ilgilenmesi gerektiğini söylemiştir. İbn Haldun bu görüşe karşı çıkar ve tarihin bilimleştirilebileceğini savunur. Ona göre Yunan tarihçileri ve onları izleyen Müslüman tarihçiler birtakım dini, siyasi ve askeri olayları oluş sıralarına göre arka arkaya sıralamışlar veya peygamberin ya da hükümdarların hayatlarını anlatmakla yetinmişlerdir. Oysa tarih bundan ibaret değildir. Bir tarihçi tarihi olaylardaki benzerlikleri ve farklılıkları saptamalı, bunlar arasındaki zaman ve mekân dışı nedensel ilişkileri belirlemelidir. Tarih ancak bu düzeye ulaşırsa bilimleştirilebilir. İbn Haldun, yalnız olayları anlatan bir tarihçilikten yana değildir. O aynı zamanda, olayların sebeplerinin de araştırılmasını ve açıklanmasını ister. Bu konuda; "Olayların kendileri kadar onları şekillendiren sebepleri de bulmak gerekir" der. İbn Haldun, esası kritiğe dayanan metodunu, uzun uzun açıklar. Aynı zamanda da bu konuda, kendinden önceki tarihçileri de eleştirir. “Onların çoğu zamanlarının olaylarını yazmak ve yaşadıkları dönemi tarihe aktarmakla yetinirler" der. İbn Haldun, şüpheli bütün bilgileri atmak, tenkit esprisine ve objektiviteye sahip olduğunu göstermek gerektiğini söyleyerek "yalanın kötülüğüyle, aklın aydınlığında mücadele etmek gerektiğini" ifade eder. İbn Haldun’un bu eseri uzun süre tarihçilerin ilgisini çekmemiş değeri ilk defa Türk tarihçiler tarafından anlaşılmıştır. 16. yüzyılda bazı Osmanlı tarihçiler ondan bahsetmişler ve 1749 yılında Mukaddime’nin bir kısmı Şeyhülislam Pirîzade Mehmet Sabih Efendi tarafından Türkçeye çevrilmiş ve 1858 yılında iki cilt olarak basılmıştır. Geriye kalan kısım ise Ahmet Cevdet Paşa tarafından çevrilmiş ve 1860 yılında İstanbul’da basılmıştır. İbn Haldun'dan sonra Tarih çalışmaları, bir bölgenin veya bir ülkenin tarihinin incelenmesiyle sınırlandırıldı. Genel Dünya tarihi, az veya çok değişen oranda yerini milli ve bölgesel tarihlere bıraktı. Bu şekiller içinde geniş ilgi uyandıranlar arasında el-Makrizi, Abdurrahman el-Sadi ve el-Mekkari'nin çalışmalarını saymak mümkündür. Makrizi özellikle Mısır'la ilgilendi. Kendisi Kahire'de kadı ve müderris olarak görev yaptı. Mısır hakkında yazılanların hepsini okudu, sonra bütün zamanını kitabının telifine tahsis etmek gayesiyle görevlerini bırakmaya karar verdi. Kitab el-Hıtat adlı bu eserinde bölgeleri, şehirleri, olayları ve günlük hayatı yazdı. Aynı zamanda kültür, ekonomi, maliye ile ilgilendi. Abdurrahman es-Sadi Tarih el-Sudan'ı yazdı ve Afrika’nın önemli bir bölümünü tanıttı. Mekkari ise Müslüman İspanya üzerine, Nefh el-Tıb adını taşıyan bir tarih ve edebiyat ansiklopedisi kaleme aldı. 20. yüzyıldan itibaren, modern çağda tarih incelemeleri büyük bir hız kazandı ve tarihçilik bütün Müslüman ülkelerde gelişti.
Prof. Dr. Yavuz UNAT |